22 Ağustos 2010

Dansa Davet

Çocukken dansa davet diye bi şey oynardık. 80’lerde çocuk olmak nostalji listeme ilk 10’dan giren bir hadiseydi bu oyun. Yani gazoz kapağı biriktirmek, borunun içinden külah üflemek falan pek gereksiz işlermiş hakkaten insan büyüyünce anlıyor da bu dansa daveti özlüyorum ben. Kızlar bi tarafa erkekler bi tarafa kurbanlık koyun gibi dizilmişler, fonda güzel bir müzik çalıyor, kızlar erkekleri süzmeye başlıyor, erkekler kızları, kızlar kimi seçeceklerini kafalarında yavaş yavaş belirliyorlar, zaten belli de birazdan erkeklerinin önlerine gidip tek dizi kırmak suretiyle eyleme dökecekler taleplerini, öğretmenin isteğine göre tam tersi de olabilir tabi. Her şey mal gibi meydanda yani. Derken öğretmen fitili ateşliyor ve kıyasıya bir rekabet başlıyor. Kızlar dans davetinde bulunan taraf seçildiyse erkekler kendi kızının gözünün içine yiyecekmiş gibi bakmaya başlıyor. Hoşlandığı kızın kendisi yerine başka bi herifin önüne gidip diz kırması başa gelebilecek en kötü şey. Ki diyelim başa geldi, ondan daha kötüsü var. “sona kalmak”. O yaşlarda bi çocuğun başına gelebilecek en talihsiz olay. Rekabet kavramını daha çocukken en acı şekilde öğrenmek zorunda bırakılıyoruz kısaca. Eğer dans davetini erkek yapıyorsa bunun da kendine göre acı tarafları var. Senden önce hareketlenmiş ve senin beğendiğin kızın önünde eğilmiş bir zibidiyi pat diye kabul edebiliyor kız. O yaştaki bünye için kolay kolay tamir edilemeyecek bir hayal kırıklığı işte sana… Madem o kız elden gitti onun bi kötüsü hangisi hızlıca onu belirlemeye çalışıyorsun kafanda. Sonra kala kala bıyıklı bir kız kalıyor geriye, çaresizce gidip önünde diz çökmek falan zorunda kalıyorsun bi de… Şimdi düşünüyorum da necip öğretmenlerimiz dansa davet falan diye bize daha o yaştan hayatın acı sularında boğulmadan kulaç atmayı mı öğretmeye çalışıyorlarmış aslında? Ama yine de bugünkü kadar çetrefil ve kalp kırıcı değil yaşananlar. Her şey şeffaf, her şey mal gibi meydanda... Herkes kimin kimi beğendiğini, kimin kimden hoşlanmadığını falan o anda dank diye görüyor. Bir nevi çocukluk düellosu. Silahın ateş almadıysa hedefi değiştirmek zorunda olduğunu baştan anlıyorsun, namluyu hemen başka bir hedefe doğrultuyorsun mecburen. Zaman kaybı yok yani. Aşk acısı yoğun ama kısa sürüyor. Ayrıca kırılan kalbin tamiri bir sonraki dansa davet oyununda mümkün… Büyüyünce ise işler boka sarıyor, dansa davet oluyor sana bi içki içer miyiz bu gece. Kapalı kapılar ardında oynanan oyunlar, hoşlandığını bir türlü söyleyemeyen adamlar, göz kesmeler, saç atmalar, yanlış anlaşılmaktan korkan bir sürü yetişkin ahmak... Başka birisinden de hoşlanan kadının kendinden emin olma deneyi… Bunun bilmeyen adamın mal gibi kızın deneyinin nesnesi olması… Kafadan o anda geçen düşüncelerin öteki tarafından bir türlü tam olarak anlaşılamaması… Kaçamak cevaplar, kaçamak cevaplarda bin çeşit başka anlam aramalar… Kendini kolayca ele vermenin budalalık olarak görülmesi… Karşılıklı güvensizliğe dayalı ilişki kurma cümleleri falan… Dansa davet güzel oyundu vesselam. Oyundu en azından ve biz çocuktuk daha.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder