5 Ekim 2010

Gezi Programlarındaki Geziyor Olma Sanrısı

Gezi programı sunucularının seyircinin de kendisiyle birlikte gezdiğini sanmak gibi garip bir huyları var. -Niyeyse genelde kadın oluyor bu sunucular. Kadın kısmı daha iyi gezdirir gibi bir inanış mı var nedir?- Bir yanda beş kuruş vermeden, vize, çıkış harcı vs. gibi sıkıcı detaylarla uğraşmadan istediği ülkeye giden, kamera önünde harcadığı  mesainin (yani bizim gördüğümüz kadarı) 10 katı kadar gezip tozan, kameranın ve haberciliğin ulvi gücünü kullanarak gittiği şehrin en sofistike zevklerini yaşayan, en özel, en etnik, en farklı yiyecek ve içecekleri tadan, çarşı pazar demeden gezen, gezdiği dükkanların raflarından eline şapka gözlük ne bulursa geçirip kamera önünde deneyen, yerli halkla yarı İngilizce yarı işaret diliyle konuşarak anlaşan gezi programı sunucuları; diğer yanda ekranda gördüğü tipitipin yerinde olmadığı için iç geçiren, kadının her hafta bi de üstüne para alarak yaptığı turistik gezileri, maaşlarından artırarak, bir de işten güçten çok vakti varmış gibi vize başvurusuyla, vize için gerekli belgelerin toplamakla, pasaportun süresini uzatmakla, çıkış harcı ödemekle ve daha bir sürü angarya işle uğraşarak, senede ancak ve en fazla birkaç kere yapabilme şansı olan saygıdeğer, kutsalların kutsalı konumundaki izleyici…

İşte yabancı bir ülke gidip görmekle daha başlangıç aşamasında böylesine sancılı bir ilişki yaşayan izleyici televizyonda es kaza denk geldiği gezi programını karışık duygular içinde izler sevgili okur. Bir yandan ekranda gördüğü güzelliklerden, keyfe keder yaşıyor gibi görünen yöre halkının mutluluğundan keyif alır, günlük sıkıntılarını, tasalarını unutur, gezilen şehir hakkında hiçbir işine yaramayacak ve iki saat sonra unutacağı bir sürü gereksiz bilgi öğrenir. Bir yandan da yerinde olmak isteyip olamadığı sunucuya karşı gizliden gizliye kıskançlık ve haset duyguları besler. Duymuşuzdur böylelerini: “Adam dünyayı gezdi beah”,  “Daha geçen hafta Singapur’daydı şimdi Arjantin’de kadına bak” gibi içten gelen sevimli yüzlü serzenişlerle kısmen hafifletilen bu kıskançlık duygusu, gezi programı sunucusunun seyircinin de kendisiyle birlikte gezdiğini sandığı bir sunuş formatına dönüşünce kıskançlık duygusu yerini yavaştan öfke ve sinir nöbetlerine havale eder.

Sunucu aslında kötü niyetle hareket etmiyordur. O da farkındadır kendisini ekran başında izleyen on binlerce insanın kendisi kadar ballı olamadığını ve kendisini neşeyle karışık haset duyguları içinde izlediğini. Seyirciye bu sebepten ötürü yakınlık göstermek, o yolları birlikte kat ettiklerini ve o yabancı şehrin sokaklarında aslında yan yana gezdikleri duygusunu hissettirmek ister. Yola bile birlikte çıkarız mesela: Sabah kahvaltımı yaptım, bavulumu hazırladım. Gürcistan’a gitmek üzere yola çıkıyorum. Havaalanında görüşmek üzere!  Havaalanında görüşmek üzere mi? Kaçta buluşacağımızı da söyle de bari birbirimizi kaçırmayalım orda. Bizim de kendisiyle birlikte gezdiğimiz fikrine kendini fazla kaptırıp birinci çoğul şahıslı cümleler kullanmaya başlar: Matyas kalesini de gezdikten sonra Budapeşte’nin en meşhur kaplıcalarından birine, Gellert Kaplıcasına gidiyoruz şimdi de! Evet evet çok güzelmiş harbiden de, giriş parası da almadılar üstelik, Allah razı olsun!

Keyif mertebesinin zirvesinden yaptığı anonsların seyircide programın zaplanmasına yol aşacak aşırı bir sinir ve küskünlük hâli yaratmaması için, yediği içtiği ne varsa bizim de tatmamızı sağlar. Ağzını şapurdatarak, parmaklarıyla enfes işareti yaparak yediğinin ne şahane bişey olduğunu gösterir. Yemek o kadar şahanedir ki, lokmalar daha ağzındayken başlar konuşmaya  “Mmmm… Burgenland Bifteği enfes olmuş hakkaten! Bakalım Elmalı ştrudel de aynı lezzette mi? Mmmm…gerçekten olağanüstü bir tat!  Vakti varsa ev hanımlarının -sanki yapacaklarmış gibi- bilgilenmesi amacıyla şefi çağırıp bu olağanüstü lezzetlerin püf noktalarını anlatmasını ister. Maksat bizim için oralara kadar gittiğini hissettirmek olsun. Yine aynı amaçla çeşitli öneriler sunar kutsal velinimeti izleyiciye. “Siz siz olun Etiyopya’ya yolunuz düşerse bu şirin kahvede Ethiopian Yirgacheff  dedikleri bu buruk tatlı şahane kahveden içmeden gitmeyin.” Oldu canım, benim de başka derdim yoktu zaten.
       

6 Eylül 2010

Turiste Yol Tarifleri

Gideceği adresin yerini bilmeyen turiste yol tarifi yapmayı seven bir toplumuz. Konuksever, yardımsever, hayırsever, pekçokbişeylersever bir toplum olmamızın bir sonucu bu. Bayılırız gideceği adrese bilmeyen birisine şurdan düz git bir meydan göreceksin oradan sola dön falan gibisinden adres tarif etmeye. İçimize işlemiş yardımseverlik güdüsü kadar ‘bilmeyen’ kişinin karşısına ‘bilirkişi’ sıfatıyla çıkıp bildiğini gösterme iddiası ve gururu da var tabi. Hele ki adres soran kişi yabancı bir turistse yol tarif etme mutluluğumuz ikiye katlanır. Binlerce avro sayıp taa memleketinden buralara kadar gelmiş, hali vakti yerinde, bilgili, kültürlü, zevkli, hayatını bir şampanya kadehi hafifliğinde yaşayan bir yabancıdan üstün konumda olduğumuzu bildiğimiz o birkaç dakikalık anın keyfini sürmek isteriz.

Velhâsıl yabancı bir ülkede yolunu bilmemekten başka günahı olmayan turist kardeşlerimize yol tarif eden halkımızın çoğunlukla İngilizce’ye tam olarak hâkim olmamasından ötürü bir takım sıkıntılar ortaya çıkar. Halkımızın sıkıntı hanesine hayatında yeteri kadar sıkıntı yokmuş gibi bir de turiste adres tarif edememekten dolayı ortaya çıkan yetersizlik, bir işi becerememe ve aşağılık kompleksi türünden yeni sıkıntılar eklenir. Yabancıya adres tarifi verememe gibi basit bit sorunsalın sıkıntısını en içten duygularla yaşayan insanımızın adres tarif edememe metodlarının çeşitli karakteristik özellikleri vardır.

Adresi çok iyi bildiği halde İngilizce'yi az bilmekten(!) dolayı sıkıntı yaşayan adam:

Bu insan tipi turistin gideceği yerin ismini duyduğunda bir an heyecanlanır, kafasıyla gözüyle onaylar bildiğini, gözbebekleri büyür, içindeki yardımsever insan şaha kalkmak ister. Ama gel gör ki birden İngilizce bilgisiyle yüzleşmek zorunda kalır. Yolu tarif etmeye başlar, araya çat pat bildiği birkaç İngilizce kelime de sıkıştırır sıkıştırmasına ama daha çok eliyle koluyla bir takım tarzan hareketleri yapmakla sınırlı kalır yardım eylemi.  Turist hiçbir bok anlamadığını belli eden şaşkın gözlerle adama baktığında, adam da ufaktan ufaktan çuvalladığını, herifin verdiği tariften hiçbibok anlamadığını hisseder. Bildiği birşeyi anlatamıyor olmaktan dolayı strese giren, girdikçe de ikide bir alnında boncuk boncuk büyüyen ter damlalarını elinin tersiyle silmek zorunda kalan  adamımız mecburen etrafında yardım alacağı birileri olup olmadığına bakar. Rastgele birisini çevirir yoldan. “Yav Sultanahmet’e gidicem diyo bu ama şey edemedim ben” Yardım istediği adam İngilizce biliyorsa sıfırdan başlar anlatmaya. Bizimki de başında bekler, anlayıp anlamadığını anlamak için -başlanan görev yarıda bırakılmaz malum. Turist gideceği yere nasıl gitmesi gerektiğini öğrendiğinde yolu tarif eden adama teşekkür eder, bizimkine de ayıp olmasın diye yarım bir kafa eğip hadi sen de kendi çapında yardımcı olmaya çalıştın sana da eyvallah çeker. Yolu kendisi tarif etmiş gibi bir sevince kapılır adam, yüzünde tebessüm tomurcukları açar. “Ne dimek hadey kal sağlıcakla” gibisinden birşeyler der çok anlıyormuş gibi karşısındaki.

Yol tarifinde İngilizce pratiği yapan kız:

Bu kızcağız British Wall Street Academy Learning and Language Discovery’nin ikinci kurunu yeni bitirmiştir. Sokakta karşısına adres soran bir turistin çıkması demek, geçen hafta öğrendiği ingilizce yol tarif etme dersinin tatbikatı demektir. Yaptığı tarif adamın nasıl gideceğini anlatmaktan başka her şeye benzeyebilir. Öncelikle doğru bir gramer kullanmaya gayret eder. Konuşurken sık sık havaya bakıp düşünür bu yüzden. Düşündüğü şey adres değil, İngilizce gramer kurallarıdır. Tarifinde bol bol along, through, across, straight, ahead gibi yeni öğrendiği kelimeleri kullanmaya çalışır. Hepsini olur olmaz yerlerde kullandığı için de yol tarifi çorba tarifine benzer kısa zamanda.

Cool tarif veren adam:

Bu adam hem İngilizce bilir hem de adres. İkisini de bildiği için özgüven pik yapmıştır, fazla kasmaz kendini anlatıcam diye. Karışık görünen adrese özet çeker. Güneş gözlüğünü gözünden eline alarak başlar tarife: “Go along this street, take the first on the left, walk a little then turn right, it’ll be on your left” Adam (hadi bu kez kadın olsun) daha önce yaşamış olduğu talihsiz tecrübeleri hatırlayıp minnet dolu gözlerle bakar adama, size nasıl teşekkür etsem bilemiyorum anlamına gelen gülümsemesi yüzüne büyük gelip yere düşer. Öyle sıcak thenk yuuuuu der ki bu hanım abla, tarif veren adamın işini gücünü orda bırakarak, ben de oraya gidiyordum zaten deyip kadınla yürüyesi gelir.

Turisti sağır zanneden adam:

Bu adam hiç İngilizce bilmediği halde yardım edememiş olmayı onuruna yediremez. İngilizcedeki eksiklerini ses tellerindeki üstün potansiyeli kullanarak kapatmaya çalışır. Kendisine adres soran turiste sağır muamelesi yapar. Sanki adam adres sorarken “Kardeş ben biraz sağırım da bağırarak tarif et rica ederim” demiş gibi konuşur. "ŞİMDİ BURDAN DÜZZ GİDİYORSUN TAMAM MIII?? SONRA ORDAN SOLA DÖNÜYOSUNNN, YOL İKİYE AYRILIR ORDA, SEN SAAĞ TARAFA GİRECEKSİNNN, ORDAN Bİ YÜZ METRE DEVAM ETT…” Elleri kollarıyla da anlatımını güçlendirmeye çalışır bir yandan. Turist tariften hiçbir şey anlamadığı halde, gözlerini hafif kısarak, kafasını adamın el kol hareketlerine uygun olarak ileri geri oynatarak anlıyormuş gibi davranmak zorunda kalır. Aslında tek amacı bu muhteşem tarifi anlamış olduğunu göstermek ve adamın bir an evvel susup başından gitmesini sağlamaktır.

İngilizce bilen ama adres bilmeyen adam:

Diyeceği tek bir söz vardır ve öyle yapmalıdır: “I’m sorry, i don’t know”

5 Eylül 2010

Moda Çay Bahçesi'nde Mendil Satan Çocuk

Şöyle bir diyalog geçti yanımdaki arkadaşımla arasında:

M:Mendil alır mısın abi?
B:Aldık ya olum az önce
M:Kuru mendildi o, ıslağından da alsana bi tane

Babayla "Siz" Diye Konuşan Evlatlar

Çocukluk yıllarından beri anlayamadığım bir hitap şekli olagelmiştir babayla “siz” diye konuşmak. Bir arkadaşım vardı, adı Burcu, zengin, standartları yüksek, modern bir ailenin küçük kızı. Ne zaman misafirliğe onlara gitsek babaya “Babacım televizyonu açmamı ister misiniz? Babacım gazetenizi bitirdiyseniz size bir şey sormak istiyorum? türünden sorular sorardı. Bu sizli bizli sorular kendimi zorla misafirliğe götürülen on yaşındaki basit bir oyun arkadaşı gibi değil de kraliyet ailesini ziyarete gelmiş halktan bir ailenin çakma prensi gibi hissetmeme neden olurdu. Kız babayla konuşmaya başladığında ortamda öyle aristokrat bir hava eserdi ki az sonra evin hizmetçileri içerideki odalardan birer birer çıkarak ellerindeki altın tepsilerle salonda resmigeçit yapacaklarmış gibi hissederdim. Evin içinde zorlama bir hava, nefessiz bırakan, insanın içini daraltan cinsten. Kızla baba arasında yaşanan bu aristokratik ebeveyn ilişkisi benim de ağzımdan çıkan her söze ekstra bir dikkat göstermeme neden oluyordu ister istemez. Kızcağız ezile büzüle babacım izin verirseniz biz Burak’la odamda atari oynıcaz deyip izin alırken ben de Kemal Amca yaa geçen pazar Kadıköy’de kanaryanın kanadını yolmuşlar diye şakalaşamazdım elbette.

Neden bilmem kızın babaya bu sizli hitap şekli içimdeki acıma duygusunu körüklerdi. Kızın haline basit bir oyun arkadaşı şefkatiyle içten içe üzülür teselli etmek isterdim. Kızcağız sanki siz diye konuşmaya babası tarafından zorlanıyormuş, eski bir ahbabımız olarak bildiğim Kemal Amca’nın konuklarını nezaketten esirgemeyen, müşfik, dost canlısı, yeri geldiğinde yaptığı muzip ve yaratıcı şakalarla ortamdaki herkesi kahkahalara boğmayı başaran iyi insan kisvesinin altında aslında bir canavar yatıyormuş gibi gelirdi. Sanki babası biz evden ayrıldıktan sonra Burcu’ya bütün evi silip süpürtecekmiş, salondaki masada yenip içilip bırakılan bütün kirli bulaşıkları tek tek yıkatacakmış gibi... Halbuki kız için belki de gayet sıradan, alıştığı bir durumdu babaya “siz” demek. Ben ne diye kasıyordum ki kendimi? Kasmama hiç gerek yoktu da, bu siz’in ilk ne zaman çıktığını, nasıl bir gelişim süreci olduğunu merak ediyordum. Ne olmuştu da Burcu babasına siz’li cümlelerle hitap etmek zorunda kalmıştı; ilk ne zaman siz sevgili babacım gibisinden Osmanlıcayı sökmüştü? Yoksa doğal, içinden gelen bir güdü müydü? Bunu ona soracak cesareti kendimde bulamadım. Yanlış anlamasından korktum. Sorup öğrenemediğim için de kendi kendime eğlenceli, hayali varsayımlar yapmakla yetindim.

Ağzından çıkacak olan ilk sözcüğün tüm aile eşrafı tarafından havada kapılası bir merak ve heyecanla beklendiği bebeklik yıllarında ilk olarak anne demişti muhtemelen Burcu. İlk söylediği kelimenin ennee olması son derece anlaşılır ve sık rastlanan bir durumdu. Kemal Amca’nın bunu kompleks yaptığı sanmam. Zaten aradan birkaç hafta geçtikten sonra baba demeyi de öğrenmişti muhtemelen. Ama işte nolduysa o anda olmuştu. Kızcağız kendine has bir ileri görüşlülük ve kibarlık örneği sergilemiş ve baba’yı atlayıp direkt olarak “babacım siz” diyivermişti. Yani kızın ağzından çıkan ilk sözcük ennee, ikinci ise 'babacım siz’di. Kemal Amca yavrusunun kendisine ilk kez baba diyeceği anı heyecanla bekleyen her babanın yaşadığı türden bir sevinç yaşayamamıştı bu yüzden. Tüm arkadaşlarının çocukları babasına baba derken, Burcu babacım siz’le başlamıştı daha uzun yıllar sürecek olan ilişkilerine. Bir tür erken mesafe alan, gardını koyan, sınırlarımızı bilelim lütfen diyen bir kız geliyor gibi mi yorumlamak gerekiyordu bu durumu? Garip, alışık olunmayan bir durum vardı yani ortada. Yine de şaşkınlığını kısa sürede atlatmayı başardı Kemal Amca. Şaşkınlığını ve rahatsızlığını belli etmemeye, ortada garip bir durum yokmuş gibi davranmaya çalıştı.“Babacım siz" dedi! Tülay duyuyor musun “babacım siz” dedi kız!" Sevincini yaşadı bir şekilde yaşamasına da içinde bir ukde kaldı Kemal Amca’nın, cevabını bulamadığı sorular, yarım yaşanmış, buruk bir sevinçle kalakaldı. Aklından kötü kötü şeyler geçiyordu Kemal Amca’nın. Sanki biricik yavrusu Burcu birkaç ay sonra gecenin bir yarısı beşiğinden kafasını çıkartıp "Sevgili babacım şayet ağlamamı istemiyorsanız masanın üzerinde duran emziği ağzıma koyabilir misiniz rica etsem?" diyecekti. Erken gelişen bir süper ego’nun dışavurumu muydu kızındaki bu anlaşılmaz nezaket? Babaya karşı bu yaştan alınmış gizemli ve ürpertici bir tavır mıydı? Buna sebep kendisi miydi? Bilinçaltında bir çeşit intikam duygusuyla yarattığı “Sen misin daha 1 yaşında bana ‘babacım siz’ diyen gör bak benimle bir daha sen diye konuşabilecek misin!” diyen sadist bir baba tavrı mıydı Burcu’nun bir türlü senli benli konuşamamasın sebebi? Bu elim soruların cevaplarını hiçbir zaman öğrenemeyecektim elbette.

Yine de kızcağızın aşırı nezaketten çatlayacak bir kraker inceliğinde yaratılmış olduğunu sanmıyorum. Bu durumun Burcu’nun yetiştirilme tarzıyla ilgili bir sorundan kaynaklandığını düşünmek bana daha inandırıcı geliyor. Öyle olsa anneyle de öyle konuşurdu. Ama ben Burcu’nun bir kere olsun Tülay Teyze’ye annecim siz dediğini duymuş değilim. Belli ki ortada babayla yapılmış bir anlaşma var. Aralarındaki bu tarihi “siz anlaşması” hangi tarihte imzalanmış? Taraflar, müttefik kuvvetler kim? Anlaşma hangi maddelerden oluşuyor? Bu soruların cevaplarını gerçekten merak ediyorum. Bu kızcağıza daha 3 yaşındayken babacım bana dondurma alır mısınız dedirten sihirli gücün kaynağı nedir? İşin ilginç yanı Kemal Amca’nın da bu durumu hiç garipsemiyor gibi görünmesi, üstüne bir de kendisine siz diyen bir evlada sahip olmaktan tuhaf bir mutluluk ve kıvanç duyuyor olması. Kızının kendisine siz demesi bir gurur vesilesi Kemal Amca için. Bir çeşit evladına iyi terbiye vermiş baba gururu yaşıyor kendince. Peki merak ediyorum bu adamın evli ve çocuk sahibi olmuş arkadaşları yok mu hiç? Arkadaşlarının çocuklarını babasının kucağına oturup ensesine iki şaplak attığını gördüğünde neler düşünüyor acaba? Aralarındaki bu tuhaf ilişkiye artık bir son vermeyi aklından geçirdiği oluyor mudur? Bu hitap şekli hiç mi içine fenalık getirmiyordur? Ama gel gör ki yıllardır siz demek zorunda bırakılmış mazlum bir evlatçığın koskoca krala birden sen demesi de kolay değil. Alıştıra alıştıra yapmak lazım, fark ettirmeden, gündelik hayata yedirerek, biraz kendiliğinden gevşemesi lazım vidaların. Uzun mesafe koşucusu gibi koşmak lazım yani, 100 metre sprint atarsan olmaz, babalık dediğin de böyle davranmayı gerektirir zaten. On yaşına kadar babasını bir kere olsun ikinci tekil şahıs yerine koyup konuşamamış bir kızın karşısına geçip birden “Burcu yavrucum rahat ol kasma kendini, bundan böyle bana sen de, babanmışım gibi hisset lütfen” dersen kız da oracıkta küçük dilini yutup yere serilir yani, ayılınca da sorar bi güzel: “Babacım beni siz mi bayılttınız?”

22 Ağustos 2010

Dansa Davet

Çocukken dansa davet diye bi şey oynardık. 80’lerde çocuk olmak nostalji listeme ilk 10’dan giren bir hadiseydi bu oyun. Yani gazoz kapağı biriktirmek, borunun içinden külah üflemek falan pek gereksiz işlermiş hakkaten insan büyüyünce anlıyor da bu dansa daveti özlüyorum ben. Kızlar bi tarafa erkekler bi tarafa kurbanlık koyun gibi dizilmişler, fonda güzel bir müzik çalıyor, kızlar erkekleri süzmeye başlıyor, erkekler kızları, kızlar kimi seçeceklerini kafalarında yavaş yavaş belirliyorlar, zaten belli de birazdan erkeklerinin önlerine gidip tek dizi kırmak suretiyle eyleme dökecekler taleplerini, öğretmenin isteğine göre tam tersi de olabilir tabi. Her şey mal gibi meydanda yani. Derken öğretmen fitili ateşliyor ve kıyasıya bir rekabet başlıyor. Kızlar dans davetinde bulunan taraf seçildiyse erkekler kendi kızının gözünün içine yiyecekmiş gibi bakmaya başlıyor. Hoşlandığı kızın kendisi yerine başka bi herifin önüne gidip diz kırması başa gelebilecek en kötü şey. Ki diyelim başa geldi, ondan daha kötüsü var. “sona kalmak”. O yaşlarda bi çocuğun başına gelebilecek en talihsiz olay. Rekabet kavramını daha çocukken en acı şekilde öğrenmek zorunda bırakılıyoruz kısaca. Eğer dans davetini erkek yapıyorsa bunun da kendine göre acı tarafları var. Senden önce hareketlenmiş ve senin beğendiğin kızın önünde eğilmiş bir zibidiyi pat diye kabul edebiliyor kız. O yaştaki bünye için kolay kolay tamir edilemeyecek bir hayal kırıklığı işte sana… Madem o kız elden gitti onun bi kötüsü hangisi hızlıca onu belirlemeye çalışıyorsun kafanda. Sonra kala kala bıyıklı bir kız kalıyor geriye, çaresizce gidip önünde diz çökmek falan zorunda kalıyorsun bi de… Şimdi düşünüyorum da necip öğretmenlerimiz dansa davet falan diye bize daha o yaştan hayatın acı sularında boğulmadan kulaç atmayı mı öğretmeye çalışıyorlarmış aslında? Ama yine de bugünkü kadar çetrefil ve kalp kırıcı değil yaşananlar. Her şey şeffaf, her şey mal gibi meydanda... Herkes kimin kimi beğendiğini, kimin kimden hoşlanmadığını falan o anda dank diye görüyor. Bir nevi çocukluk düellosu. Silahın ateş almadıysa hedefi değiştirmek zorunda olduğunu baştan anlıyorsun, namluyu hemen başka bir hedefe doğrultuyorsun mecburen. Zaman kaybı yok yani. Aşk acısı yoğun ama kısa sürüyor. Ayrıca kırılan kalbin tamiri bir sonraki dansa davet oyununda mümkün… Büyüyünce ise işler boka sarıyor, dansa davet oluyor sana bi içki içer miyiz bu gece. Kapalı kapılar ardında oynanan oyunlar, hoşlandığını bir türlü söyleyemeyen adamlar, göz kesmeler, saç atmalar, yanlış anlaşılmaktan korkan bir sürü yetişkin ahmak... Başka birisinden de hoşlanan kadının kendinden emin olma deneyi… Bunun bilmeyen adamın mal gibi kızın deneyinin nesnesi olması… Kafadan o anda geçen düşüncelerin öteki tarafından bir türlü tam olarak anlaşılamaması… Kaçamak cevaplar, kaçamak cevaplarda bin çeşit başka anlam aramalar… Kendini kolayca ele vermenin budalalık olarak görülmesi… Karşılıklı güvensizliğe dayalı ilişki kurma cümleleri falan… Dansa davet güzel oyundu vesselam. Oyundu en azından ve biz çocuktuk daha.

Süper Toto Spor Ligi

Telaffuzu zor olan firmalar hiçbir şeye sponsor olmamalı. Ben firmanın sahibi olsam sponsor olacağımız organizasyonun ismiyle kendi ismimizi yan yana koyup içimden 10 kere, dışımdan da 20 kere tekrar eder öyle karar veririm. Hatta aynı şeyi şirketi bütün çalışanlarına teker teker yaptırırım. Verdiği para falan ayrı hikâye de, hakkaten komik oluyor bazıları. Kaç yıllık Turkcell Süper Lig gitti yerine Spor Toto Süper Lig geldi. Eyvallah, kulüplere deli gibi para akacakmış şimdi, Süper lig Turkcell olanınkinden daha fazla. Ama kimse düşünüyor mu nasıl alışacak spor spikerleri Spor Toto Süper Lig’e? Süper Toto Spor Ligi… Süper Toto Lig… Spor Loto Süper Lig… bokunu çıkardım Sayısal Loto Ligi... Bizim lig diye demiyorum ama 10 numara ligimiz var hakkaten

Sümüğün mü Var Derdin Var

Herhangi bi mekânda burnunu karıştıran bir adamla mutlaka rast gelmişsinizdir. Burun karıştırma işlevi aslında burnun içinde rahatsızlık veren bir sümük parçasını burun dışarı etme eylemi, yani kaşınan insanın kaşıntısına son vermek için kendini kaşıması gibi bişey… Sokakta bir insanı kaşınırken görünce tuhaf karşılamayız da burnunu karıştıran birini görünce tiksiniriz. Garibim burnunun içindeki sümük parçasıyla yaşamak istemiyor aslında, bu kadar basit ama bi kıçını kaldırıp tuvalete gitmekten de aciz… Aslında eylemin icra edilmesi açısından bakarsak, sokakta yürürken burun karıştırmak, konuşurken sakız çiğnemek, ya da televizyon izlerken çorba içmek kadar doğal ve kolay bir aktivite... Ama sokakta yürürken nerden tebelleş oluyorsa artık o sümük parçası bi rahatsızlık ki sorma, sanki sümük iki dakika daha o burun deliğinde kalırsa işleri rast gitmeyecek, dünya başına yıkılacak gibi bir rahatsızlık durumu… Garibim bi yandan gideceği yere doğru yürürken bi yandan da sümüğüyle cebelleşiyor sokağın ortasında. Burun delikleri yere doğru açılan iki küçük delik parçası olduğu için, karıştıran parmaklar da iş makinesi gibi aşağıdan aşağıdan girmek zorunda kalıyor deliklere. Bazen çetrefil bazen de kolay bir kazı işi başlıyor, sümüğün yerini belirlemek, dokunmak, etrafında gün yüzüne çıkmasını engelleyen partiküller varsa onları sağa sola çekmek ve sümüğü kanırta kanırta çekip almak… Katı sümükse iş daha kolay, işaret parmağını kepçe kıvamında soktun mu burun deliğine şapadanak geliyor. Esas zoru sıvılaşmış sümüğü çıkarmak, eline bulaştı mı silmesi falan ayrı dert… Hafif hafif darbeler atıyor önce, alttan alttan… ve ele geliyor sonunda, işaret parmağı ve baş parmak arasına sıkıştırıyor sümüğü, sonra da ne yapacağını düşünüyor cool cool. İşte o anda karşısında kendisini izleyen biri olduğunu fark ederse yapılabilecek iki şey var. Ya o insanı hayatında bir daha hiç görmeyeceğini varsayarak yaptığı işe rahat ve sakin tavırlarla devam etmek ya da aslında başka bir şey yapıyormuş gibi rol kesmek yani nahoş bir durum yaşanmamış gibi davranmak … Zor bi durum, açıklaması yok yani, o dakkada durumu kurtarmak için yapılacak fazla bi şey de yok… İkinci alternatifi seçenler gözlemleyebildiğim kadarıyla çoğunlukla aynı şeyi yapıyor. “Burnu kaşınan adam numarası!”. İş makinesi gibi aşağıdan deliğe giren parmaklar birden burnun üst kısmına çıkıveriyor, sonra çok abartmadan hafifçe birkaç burun çekme eylemi… yani hafiften nanemollayım ben mesajı... daha sonra da işaret parmağı kıvrılarak burnun üst yüzeyini kaşımaya başlıyor, aynı anda gözler de hafif kısık konuma getirilirse istenilen etkiye daha bi ulaşılmış oluyor. Sektörde belirli bir deneyime ulaşmış karıştırıcılar var, onlar yaşanan hadiseyi hiç çaktırmadan kendi lehlerine çevirmeyi başarabilen profesyoneller..

Bir Zamanlar Kim Gibi

Birine akıl veren adamın akıl verdiği kişinin üzerini ısıcacık bir battaniye gibi örten cümlesidir: “Ben de senin gibiydim bir zamanlar.” Bu cümleyi plağa koydun muydu plak bi şekilde başlar dönmeye… track 01: bi zaman sonra anlıyorsun ki, track 02: nerde yanlış yapıyorum dedim kendime, track 03: anladım ki, track 04: sen sen ol … Nurdan nağmeler… Birden bir hafifleme hissi oluşur dinleyende. “Demek ki sen de geçtin bu yoldan, sen geçtiysen daha pek çok kişi geçti, o halde sandığım kadar yalnız değilim, sıkıntım sadece bana özgü değil, sağol be abi!” Peki “bir zamanlar senin gibi olmak” ne demektir sahi? Dinleyen adam birden vazgeçer kendinden, demek şimdi benim gibi olmayabilirim de? Bir zamanlar şimdi benim gibi olanlar şimdi benim gibi değil. İyi peki o zaman sor o adama, şimdilerde kim gibisin hacı? Kim gibilerden? 3 sene geçince de başka biri o şimdi senin gibi olmayan adama diyecek ben de senin gibiydim bir zamanlar diye. Hayat dediğin de öyle bir zamanlar senin gibi olmak, bir zamanlar benim gibi olmak arasında zaman kaymaları halinde devam edip gidecek muhtemelen. Herkes birbirine bir zamanlar… diye başlayan cümleler kuracak. “Senin gibi olmak”taki “sen” vazgeçilmesi gereken bir kişi olacak “ben” için. Esas soru belki de şu: Bir zamanlar kim gibi olmak isterdin sahi?

Dağ Başında Bir Uzaylı

- Haldun abi güneş battı hâlâ kalacak yer bulamadık
- Olum dağın başında ne kalacak yeri
- Haldun abi korkuyorum ben kimse yok etrafta
- Rahat ol len, seriliriz şuraya işte
- Abi bayılıyorum  ha senin şu cool tavırlarına
- Eyvallah!
- Şşşşttt Haldun abii! Haldun Abiiii! Şuraya bak!
- Nereye lan?
- Abi şuraya işte şuraya! Benim gördüğümü sen de görüyor musun?
- Neyi lan?
- Abi uzaylı değil mi o?
- Evet benziyo
- Benziyo mu! Abi yeşil renkte bi insan daha önce hiç görmedim ben. Kesin uzaylı abi!
- Bi şey yapmaz lan rahat ol
- Abi köpek mi bu bi şey yapmaz
- Olum biraz bakar bakar sonra gider. Uzaylı o inceleyecek tabi çevreyi.
- Abiiiii, uzaylı diyorum sana uzaylı. Şimdi kesse bizi bu dağ başında bi Allahın kulu duymaz.
- Allahın bi uzaylısı duyar ama hahhaha
- Şimdi dağın başında uzaylı gördük desek kimseyi inandıramayız da
- Olum rahat ol lan aynı kainatı paylaşıyoz işte, faresi de çıkar uzaylısı da
- Abiii fazla ses çıkarmadan senin makineyi versene bi?
- Napıcan lan makineyi?
- Abi belgelememiz lazım bu ânı. Dağın başında bi uzaylıyla ılık bir yaz akşamı geçiriyoruz.
- Olum boşver şimdi makina falan, şu termosu çıkar da çay koyalım.
- Abi sen ver makineyi hele içeriz sonra çay.
- Olum napıcan Allahın uzaylısının fotoğrafını çekip, o bizi çekiyor mu?
- Abi o niye çeksin ki bizi? Hadi ver şu makineyi nolur. Hem gazetelere falan satarız belki.
- Benim malda mülkte gözüm yok Hüseyin. Ayrıca ışık az.
- Ne ışığı?
- Fotoğraf için elverişli ışık ortamı yok şu anda. Diyaframı sonuna kadar açsan, enstantane değerini düşük verir, titrek çıkar yani fotoğraf. Diyeceksin ki ISO’yu yükseltirim, o zaman da görüntü çok grenli olur. Flash’i açmak da bir seçenek ama o zaman da ışık çok patlar ve fotoğraf kalitesizleşir. Özetle, ya sabah erken saatte çıkacaksın fotoğrafa ya da akşam gün batmaya yakınken.
- Tamam abi boşver vazgeçtim!
- Günün birinde iyi bir doğa fotoğrafçısı olunca anlayacaksın ne demek istediğimi Hüseyin.

Bayanlardan Baymayanlar

TRT “Bayanlar” demeye ısrarla devam ediyor. “Bayanlar 100 metre serbest stil, Bayanlar 1500 metre, Bayanlar Cirit Atma” NTV Spor, Eurosport gibi gençten kurumlar “Kadınlar” kelimesini ısrarlı bir şekilde zihinlere yerleştirmek ve genel söyleme dönüştürmek isterken TRT’nin Bayanlar’daki ısrarı 40 yıllık kurumun körleşmiş algılarının sonucu mu, baştaki badem bıyıklıların statükocu zihniyeti mi, yoksa çevremizde neler olup bitiyor artık bi baksak fena olmayacak abiler diyen bir devekuşu gıdıklayıcısının koca kurumda bulunmaması mı? Sayın Erdoğan Arıkan Pekin’de Baylar 100 metre’de dünya rekorunu kim kırmıştı eceba?

Mozart vs. Çetin Alp

Geçenlerde uykuya dalabilmek için TV’deki geceyarısı saçmalıklarından en saçma olanını seçmeye çalışırken TRT Müzik’e takıldım. 30 Dakika Örovizyon mu neydi programın ismi. Nostalgia yapıyorlar akılları sıra. Aman petrol canım petrol falan... Öğrendiği yeni el kol sallama figürlerini Topkapı Sarayı gibi bi yerde icra etmeye çalışan Ajda Pekkan, arkada dans ettiklerini zannettiğim bir takım adamlar… Sonra Çetin Alp çıktı. Klip değil de bizzat yarışmanın yapıldığı ülkedeki canlı performansını koymuşlar. Çetin Alp “işte opera, heyecan fırtınası coşar ruhumda, duyarım sönmez o aşkı” falan diye gürlüyor. Operanın ne olduğu bilmeyen varsa diye öğretici, toplumsal bir işlev de üstlenmiş şarkı “baleli aşk dolu, müzikli oyunlar, uvertür, trio, duetto, korolar, saraydan kız kaçırma, ölmez la traviata, ölmez asla!” Adamcağız bariton, güzel bir sesi var aslında. Şarkı hakkında konuşmaya hacet yok. Örovizyonun gelmiş geçmiş en güzel şarkısı seçilmesinin yanında Çetin Alp’ın hayatını da taçlandırdı. Ne sözler ne de Çetin Alp’in çok önemli bir şeyler söylüyormuş edasındaki yorumuydu beni güldüren gece gece. Şef bilmem kim yönetimindeki o filarmoni orkestrasındaki kemancılar, çellistler, tromboncular falan … Onların hali acıklı esas. Meslek hayatları boyunca Mozart, Beethoven, Brahms falan çalmış koca koca adamlar önlü arkalı dizilmişler, önlerinde notalar Çetin Alp için Opera şarkısını icra ediyorlar. Yüzlerinden müthiş bir ciddiyet ve iş disiplini akıyor… Son olarak bi de arkada dans eden 5 kişi vardı... Neyse en azından aileleri dışında kimse kim olduklarını bilmiyor.

Derd

Derdini Söylemeyen Derdini Söylememiştir

Bi Kişi

Dolmuşta bir kişilik para uzattığım ve en ekselans halimle “1 kişi uzatabilir misiniz rica etsem” dediğim halde, ne ağzımdan çıkanı dinleyen ne de uzattığım paraya bi zahmet bakıp 2 kişi olamayacağını anlayamayan sevgili dolmuş yoldaşı arkadaşım, rica ederim bir daha aynı dolmuşa binmeyelim, ya da mümkünse sen arkaya otur ben öne geçerim.

Senaryoya Giriş - A101

- Senarist olmanın en zor tarafı iki insanı karşılıklı konuşturmak bence.
- İki insanı karşılıklı susturmaktan daha kolay bu.

Sıcaklar

- Karar verdiniz mi efendim?
- Evet, bi klimalı mantar çorbası, yanına da patlıcan buzakka lütfen
- İçecek olarak bi şey alır mıydınız?
- Buz!

Bütün Dünya Bizde Kalıyor Sizi de Bekleriz

Otellerin girişindeki ülke bayraklarının ne anlama geldiğini dünyaya geldim geleli anlayamadım. Artistik durduğu için sanırsam. Çocukken, somut çalışan her çocuk zihni gibi, sadece o bayraklardaki ülkelerin turistlerinin bu otele geldiğini anlatmak istiyorlar sanırdım. Ama öyle olacak gibi de değildi. Tamam Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkeler de var da aradaki Norveç nerden çıktı mesela? Ayrıca otelin yeni satış politikalarına bağlı olarak zırt pırt o bayrakları mı değiştirecekler yani. Otelin bu işle ilgilenen hususi bir bayrakçısı mı var?

- Hakan Bey kaç gündür söylüyorum gönderdeki Danimarka bayrağını indirin diye, artık Danimarka’daki acenteler ile çalışmıyoruz, yerine başka bir bayrak koyun boş kalmasın
- Derhal Levent Bey.. Hangi ülkeyi koyalım yerine?
- Bilmiyorum, ya da bi dakika… Meksika bayrağı koyun yerine.
- Meksika mı?
- Geçen gün 3 Meksikalı giriş yaptı otele, caddeden geçerken görmüşler beğenmişler. Tesadüf yani, onlara jest olsun bari.

Bu yabancı ülke bayraklarını 11 kişilik futbol takımı gibi yan yana dikme hadisesi de “image is what you perceive” denen olgu ile ilgili. Otel mi Nato Binası mı belli değil. Ne kadar çok bayrak varsa ve ne kadar çoğunun da hangi ülkeye ait olduğunu bilmiyorsan o kadar enternasyonal duruyor otel, havalı havalı dalgalanıyor turizm semalarımızda. Hatta bazı bayrakların herhangi bir ülkeye ait olmadığına bile kalıbımı basarım.

http://www.sancakbayrak.com/images/direkler.jpg

Gece Gece Çikolatalı Dankek Nerden Çıktı?

Şehirlerarası otobüslerdeki çay kahve ikramları toplumsal açgözlülüğümüzün tescili bi yerde. Dünyada bizim kadar otobüs firması olan memleket yok zaten. Adamlar tren falan kullanıyor nereye gitmek isterse. Otobüslerinde de öyle bizdeki gibi bir ikram çılgınlığı hâsıl olmuş değil. Bizdeki hizmette sınır yoktur manyaklığı da bu zilyon otobüs firmasının kendi aralarındaki rekabetin mahsulü. Başlarda fena değildi. Gençten bi muavin bi sandviç falan verirdi akşam yolculuklarında, yanına da kahve çay kola molaya kadar tutsun hesabı… Hangi firma ne kadar ikram veriyor’un hesabını tutan orta yaşlı teyzelerin gazabından kurtulmak isteyen firmalar olayı abarttı. Biri abartınca diğeri de mecburen abarttı, abartmakla kalmadı kekini de kabarttı. Saat gece yarısı olmuş, gece yarısının bir yarısı… cam kenarı koltukla pencere arasındaki uyku uyuyamayalım diye yaratılmış boşluğa kafamı sokup dalmaya çalışıyorum müsaadenizle. Dalmak ne mümkün, orta koridorda orta çaplı bir bakkal dükkanına yetecek kadar mamulü arabasına doldurmuş muavin sıkıla sıkıla -ekmek parası işte- soruyor ne alırdınız içecek? yanına yiyecek? Saat gecenin 1’i herkes bi acıkmış ki sorma. Herkesin bi bardak koka kola içesi gelmiş. Görsen normalde de her gece 1 oldu mu çikolatalı dankek krizi tutar abileri sanırsın. Gecenin o saatında çikolatalı dankek eticin meticin vermese müşterisini kaybedecek adamlar. Otobüs firması değil cafe. Sonra bi de susamışsınızdır da siz şimdi su alır mısınız seferi, o bitince de çöp toplama seferi, hepsi 1 saat falan sürüyor. Uykuya dalamadıysam bile gözlerini kapatıp uyuyor numarası yapıyorum. Bu arada vişne suyu biraz uyku getiriyormuş, (serotonin varmış içinde) bunu öğrendim öğreneli vişne suyu istediğim oldu muavin kardeşimden yalan yok.